28 Aralık 2010 Salı

İlk üç boyutlu filmimiz: Karmakarışık

Cumartesi Duru'yu jimnastik için deneme dersine götürmeyi planlamıştım. Tabii çocuklar söz konusu olunca evdeki hesap çarşıya uymuyor. Duru'ya jimnastiğe gidelim deyince ilk sorusu şu oldu: "Sen de benimle yapacak mısın?" Benim oturup seyredeceğimi duyunca da "Jimnastiğe gitmeyelim. Kozzy'ye gidelim, beraber oluruz." demez mi? Ben alışveriş merkezinden uzak tutmaya çalışırken kızım ısrarla gitmek istiyor! Ne yapacağım ben?
Bari sinemaya gidelim dedim. Zaten hafta içi bir arkadaşım çocukları sinemaya götürelim demişti. Baktım yeni bir çocuk filmi gelmiş. Konusunu okuyunca Rapunzel olduğunu anlayıp gitmeye karar verdik. Hemen arkadaşımı aradım.



İnanılmaz bir şekilde sanki tüm çocuklar Kozzy'deydi. 13.30 matinesinde sadece ilk ön sırada yer vardı ve girsek mi diye düşünürken ön sıranın yarısı da gözümüzün önünde satıldı. Velhasıl son biletleri alabildik.

Film gerek karakterlerin çizilişi gerek tüm animasyonlarıyla çok keyifliydi. Rapunzel çok akıllı, doğal ve yaratıcı bir kız olarak çizilmiş. Hele kulenin içinde söylediği şarkıyı bir daha izlemek isterim. Küçüklüğünden beri kapalı kaldığı kulede neler neler yaptığını anlatıyor. Sinemada en ön sırada olduğumuz için Duru ve Brenda ara ara ellerini uzatıp gördüklerine dokunmaya ve hatta tutmaya çalıştılar. (İtiraf ediyorum ben bile elimi uzattım!)

Film sırasında-annelik işte!- acaba bu üç boyutlu görüntü çocuğumun gözünü yorar mı, bozar mı veya  başını ağrıtır mı diye sık sık düşündüm tabii. Bu konuda biraz araştırma yapmak gerekli bence.

Yine de dördümüz de filme bayıldık. Filmlerin sonunu söyleyenlere sinir olurum ama Duru beğenmese de Rapunzel'in saçları filmin sonunda çok güzel oluyor. Hani masalların yeniden düzenlenmesinden bahsediyordum ya, bence Rapunzel çok iyi olmuş!

12 Aralık 2010 Pazar

Yapamıyorum anne!

Burada yazdığım gibi Duru ile elimden geldiğince farklı aktiviteler yapmaya çalışıyorum. Onu bunaltmamaya ve boğmamaya özellikle dikkat ediyorum. Ancak hâlâ her yeni aktiviteye başlangıç cümlemiz aynı "Ben yapamıyorum!" Hatta bazen yapamadıkça Duru'da sinir ve öfke baş gösteriyor.

Nereden çıkıyor bu cümle? Yoksa çocuğumun özgüveni mi yok diye bir kaygıya düşüyorum hemen. (Bu annelik de böyle bir şey galiba, hemen her konuda kaygıya hazırım zaten) Yazın yüzmede aynı cümleyi söylüyordu, çorap ve ayakkabı giyerken aynı cümle, sahilde kayalara tırmanırken aynı cümle, ingilizceye ilk başladığımızda aynı cümle ve şimdi buz patenine başladık. Yine aynı cümle...

Öğretmeni Şebnem Hanım, çok temkinli diyor, kayabiliyor ama kendini tutuyor. Evet dedim ben de. (Tabii ki Duru yanımızda yokken, çocuklar her şeyi duyuyor ve anlıyorlar. Başkalarıyla onların hakkında konuşulmasından hele hiç hoşlanmıyorlar...) Duru'da bir "eşik" var. Ne zamanki kendi de yapabildiğine inanıyor, ondan sonra da defalarca yapmak istiyor. Birkaç seferden sonra buna alışır diye düşünüyordum. Ama her yeni şeyde baştan başlıyoruz. "Yapabilirsin kızım, ben (yalan söylemeden, duruma göre baban, halan, dayın, deden vs.) ilk seferinde hiç yapamamıştı(m)" diye cesaretlendiriyoruz. Bu noktada özellikle benim bir adım öne çıkıp "Ben yaparım" demem çok etkili oluyor. O zaman Duru hemen "Ben de yaparım" diyor. Anladım ki Duru karakterini benim üzerimden oluşturuyor.

Kaç gündür bloguma yazı yazamıyordum. Nedense yazdıklarımı bir türlü beğenemedim. Bugün ben "Yapabilirim" dedim ve yazdım. Durucuğum her şey senin için ! Baban ve ben sana inanıyoruz.

Not: Buz patenine Anadolu yakasındaki Optimum Alışveriş Merkezi'ne gidiyoruz. Giriş 25 TL, ders almak isterseniz giriş+ders 40 TL. Hafta sonu çok da kalabalık olmuyor.

27 Kasım 2010 Cumartesi

Evde İngilizcede son durum

Duru ile evde İngilizce çalışmaya başlayalı iki aydan fazla oldu. Ortalama haftada üç saat gibi bir rutinimiz oluştu. Şu zamana kadar tanışma kalıplarını, renkleri, biraz sayıları, meyveleri, birkaç sıfatı, Potato Pals serisinden altı kitabın dördündeki kelimeleri ve cümleleri, Do you want.../Do you like...? kalıplarını biliyor.

Tüm konuları ve kelimeleri çeşitli oyunlarla yapıyoruz. Oyun bulmak o kadar da kolay olmuyor tabii. İşte benim bulduğum oyunlardan bazıları şunlar:

1. Duru bebek olma oyununu çok seviyor. Emir kalıpları ile bazı fiilleri yapıyoruz. Sleep, Wake up, Wash your face  vb. Bebek yani Duru ağlayınca "Don't cry" diyorum.

2. Benzer bir şekilde "happy, sad, surprised" sıfatlarını yapıyoruz. "Happy" deyince mutlu yüz ifadesi yapıyoruz, "sad" deyince üzgün gibi.

3. Diğer bir oyunumuz Duru'nun yolculukta favorisi. Uzun yolda arabada İngilizce oyunları çok etkili oluyor. En sık oynadığımız, yolda ağaçları ve evleri göstermek. Oyunun adı Tree-house. Oyun geçilen yere göre tree,tree,tree, tree, house,tree....biçiminde çok hızlı şekilde oynanıyor. Önemli olan çabuk olmak, ilk olarak gösterip söylemek. 29 Ekim ve 10 Kasım'ın ardından Duru yolda bayrak saymaya bayıldığı için bu bayram Ankara yolculuğumuzda bu oyuna bayrağı da ekledik.

4. What colour is it? Is it blue? Yes or no kalıpları Magic English'te çok iyi işleniyordu. Hâlâ bu oyunu ara ara tekrarlıyoruz.

5. Bir şeyler atıştırmak istediği zaman Do you like..../ Do you want..? sorularını soruyourm. Tabii bunu eğlenceli kılmak için saçma ve komik olanları da araya koyuyorum ki gülüp eğlenebilelim...

Tüm bu oyunlarda benim temel ilkem oyunu çok uzatmamak. Böylece oyunu tadında bırakıyoruz ve tekrar tekrar oynayabiliyoruz. Yarın için planım Duru ile iki çanta hazırlamak. Hazırlarken eşyaların isimlerini söylemek. Araya bildiği nesneleri de mutlaka koyarım, çok fazla kelime olursa sıkıcı olur.  Sonra birbirimize senin neyin var? Kalemin var mı? gibi sorular sorabiliriz. Böylece have got/has got kalıbına geçeriz diye düşünüyorum.

İnsan çocuğu için her şeyi yapmak istiyor.  Ancak çok fazla da öğretmen anne olmak istemiyorum. İyi mi yapıyorum doğru mu yapıyorum bilemiyorum.
Varsa bir bilen lütfen parmak kaldırsın!

13 Kasım 2010 Cumartesi

10 Kasım Projesi

Duru'nun anaokulundan 10 Kasım için aile proje ödevi verilmişti. Üçümüzün birlikte hazırlayacağı ve bu günün önemini belirten bir poster, resim vs. isteniyordu.

Bütün gece farklı, anlamlı bir çalışma düşündüm ancak siyah bir karton üzerine yapıştırılmış Atatürk resimleri ve 10 Kasım yazısının ötesine geçemiyordum. Yaratıcılığım mı yoktu yoksa klişelerin içinde kalıp yaratıcılığımı kaybetmiş miydim?

Bu düşüncelerin ve klişelerin arasından eşime seslendim ve 10 Kasım projemiz olduğunu söyledim. O ise hemen önümüzdeki lahmacun kutusunu göstererek Anıtkabir yapalım demez mi? Ben niye bu sade ve güzel fikri düşünememiştim!

Eşim hemen kırtasiyeye gidip elişi kağıtları, uhu ve makas aldı. Çünkü evde değil, eşimin halasının evindeydik. Hemen oturduk başına. Eşim çizdi, Duru kesti, uhusunu sürdü, ben yapıştırdım, halamız merdiven yaptı, dedemiz Anıtkabir'in dört kenarına Türk bayrağı asma fikrini verdi. Bir ara Duru yapıştırsın diye Anıtkabir'in sütunlarını göz kararı koyayım dedim. Eşim hemen müdahale edip eşit aralıklarla olması gerektiğini söylemez mi? Bu tür projeler ailenin her bir bireyinin kişiliğini ortaya koyuyor galiba.  Sağlam bir matematik hesabıyla sütunları yerleştirdik. Tüm bunlar yaklaşık iki saatimizi aldı. Bu süre içinde defalarca birbirimize bunun bizim değil, Duru'nun projesi olduğunu hatırlatmamız gerekti!

Duru çok eğlendi. Birlikte çok güzel vakit geçirdik. Proje çok beğenildi. Kimse bu fikri düşünmemişti ve ödevlerin hemen hepsi siyah karton üzerine...

Durucuğum, umarım klişelerle dolu bu dünyada sen özgünlüğünü ve yaratıcılığını koruyabilirsin!

8 Kasım 2010 Pazartesi

Bir düğün hikâyesi

Cumartesi gecesi bir düğüne davetliydik. Duru'nun giymek için can attığı ancak yazı bekleyen beyaz elbisesini giymesi için bir fırsat doğmuştu. Çoğumuzun geçmişinde bir akrabanın düğününde çekilmiş gelinlikli bir fotoğrafı yok mudur? Peki niçin küçük kızlar gelin olmaya bu kadar heveslidir?

Küçük kızların büyümüş de küçülmüş gibi giyinip düğünlerde gezmesinde hiç hoşlanmam ama kendi kızımı görünce düşüncelerim değişti. Bazı şeyler çocukların yaşının gereğiymiş. Onu da yaşayıp atlatacak. Yaşayamazsa atlatamıyorlar...

Ancak hava kirliliği ile gelen alerjik astım Duru'nun hevesini kursağında bıraktı. Tabii ki önce sağlık dedim ve o gece o siste Duru'yu kalabalık bir ortama sokmaya cesaret edemedim.

Duru: Düğüne babamla dedem mi gidiyor, biz gitmiyor muyuz anne?
Ben : Maalesef Durucuğum. Dinlenmen lazım.
Duru: (ağlayarak) Niye?
Ben: Düğüne gidemiyoruz ama biz de evde kendi düğünümüzü yapabiliriz.
Duru: (Hemen düzelerek) Ama damat yok ki!
Ben: Ben de damat olurum.
Duru: Kravat takman lazım ama...

Hemen giyinmeye başladık. Duru elbisesini giydi. Saçlarını topuz yaptık. (Bu benim değil Duru'nun fikriydi. Ne kadar da çabuk klişeleri öğreniyorlar!) Ben de bir kravat taktım. Bu arada Duru salonda süs olarak duran gelin çiçeğimi eline aldı.

İşte o an ben tam bir klişe yaşayıp yıllar sonraya gittim ve kendimi Duru'nun gelin saçını düzeltirken buldum. Öyle güzel olmuştu ve öyle mutluydu ki... Boğazıma bir şey düğümlendi.

Biraz dans ettik, resim çektik ve düğün mutlu bir sonla-yani elbisenin kendi isteğiyle çıkarılmasıyla- bitti. Hepsi topu topu yarım saat sürdü. Yaşasın oyunun gücü!

31 Ekim 2010 Pazar

Çilek Kız Müzikali

Duru, tiyatroyu sinemadan daha çok seviyor. Ben de dün gittiğimiz Çilek Kız Müzikali'nden sonra tiyatronun Duru gibi beş altı yaş çocukları için daha etkileyici olduğunu düşünmeye başladım. Çünkü oyuncularla iletişim kurabiliyorlar.

Artık her mahallenin alışveriş merkezi var neredeyse. Bizim mahallemize de Kozzy açıldı. Neyseki bu alışveriş merkezinde güzel bir sinemanın yanında bir sergi salonu ve bir de tiyatro salonu yapmayı akıl etmişler. Kozzy'de her cumartesi 11.00 ve 13.00'te ücretsiz Çilek Kız Müzikali'nin ilanını görünce tam Duru'ya göre diye düşündüm. Ne de olsa pembe saçlı bir kız... Meğerse dün oyunun Kozzy'deki son günüymüş. Kaçırmadık diye sevinirken tiyatronun ücretsiz değil, sinemanın iki katı kişi başı 20 TL olduğunu görünce biraz pahalı buldum tabi. Üstelik çocuk tiyatrosu olduğu için 7 yaş altı farketmiyordu. Neyseki Duru ile ikimizdik. Ailecek gelsek yanmıştık. Ben bu ücretsizi de nereden çıkardım diye düşünüp ilana tekrar baktım. Meğerse Çilek Kız Müzikali'nin CD'si ücretsizmiş.

Oyun, Çilek Kız ve arkadaşlarının pasta yarışmasına katılmasını  konu alıyordu. Çilek Kız yakın arkadaşları ile birlikte çok güzel bir pasta yapıyordu. Amaçları da pasta yarışmasının büyük ödülünü alıp hayvan dostlarına barınak yapmaktı. Ancak yarışmaya katılan iki kişi daha vardı. Onlar da Çilek Kız'ın pastasının daha güzel olduğunu farkedip onun tarifini ele geçirmeye çalışıyorlardı... Oyun iki perdeydi. Arada Duru sinemadan kalma bir alışkanlıkla patlamış mısır istedi. Ancak oyuncuların dikkatini dağıtacağını söyleyip çıkışta almaya söz verdim.
Sonu malum... Bu sırada Duru her bir engelde Çilek Kız kazanamayacak mı diye sorup üzüldü. Ben de üzülmesine dayanamayıp annelik içgüdüsüyle merak etme kazanacak deyip sonunu söyledim. İyi mi ettim bilmiyorum.

Çıkışta dekorların önünde fotoğraf çektik. Ben bir de Duru'yu kulise sokayım oyuncuları yakından görsün istedim. Kulise girebilir miyiz diye sorduğumuzda aldığımız cevap karşısında çok memnun oldum. Oyuncular zaten dışarıda çocukları bekliyormuş. Hemen koştuk. Duru benim ısrarımla önce çekingen bir şekilde oyuncuları tebrik etti. Sonra kötü karakterlerle kimin pastası daha güzeldi sohbeti yaptı. Ardından Çilek Kız'ın arkadaşlarından biri Duru'ya ben seni gördüm, bize el salladın deyince Duru zevkten dört köşe oldu.

Oyuncuların hepsi çok gençti ve sanki ilk kez oyun sergiliyormuş gibi heyecanlıydılar. ( İtiraf etmeliyim ki anne olarak Duru'nun da ileride böyle bir oyunda oynayabileceği hayalini kurdum!) Çocuklarla bıkıp usanmadan resim çektirdiler. Duru'nun istemeyerek ayrıldığını görünce 13.00'tekini de mi seyretsek diye bir aklımdan geçirdim. Sonra fazla geleceğini düşünüp oyunun kasım ayında da Kozzy'de oynayıp oynamayacağını sordum. Ama yoktu.

Oyun, İstanbul Çocuk Sanat tarafından hazırlanmış. Sayfasına baktım ama Çilek Kız'ın kasım ayında nerede oynayacağı henüz yazmıyordu. Bu arada başka oyunlar da sergiliyorlarmış, onları gördüm. Bir iki tanesini gözüme kestirdim. Bence gitmeye değer...

25 Ekim 2010 Pazartesi

Duru'nun ilk dişi düştü!

Duru ilk dişini dört aylıkken çıkarmıştı. Erken diş çıkarmanın iyi olmadığı görüşünün aksine biz şimdiye kadar dişlerle ilgili hiçbir sorun yaşamadık.

İki hafta önce Duru "dişim ağrıyor, anne" deyince dişlerine baktım ki ne göreyim. Evet, ön alt dişler sallanıyor ama bir de arkadan yeni dişler gelmiş! Yeni gelen dişleri öyle arkada görünce panikleyip hemen diş doktoruma götürdüm. Kendisi benim çocukluktan beri diş doktorum olan Cüneyt abi (son on senedir böyle diyorum, ondan önce Cüneyt amca derdim) her zamanki rahat haliyle dişleri çekip Duru'yu korkutmaya gerek olmadığını iki hafta içinde bu dişlerin kendiliğinden çıkacağını söyledi. Üstelik Duru beşi bitirdiği için tam yaşı dedi. Böylece Duru'yla ara ara dişi sallayarak beklemeye başladık.

Ancak bu heyecanlı bekleyişim Duru'yu okuldan aldığım geçen gün hayal kırıklığına dönüştü. Çünkü Duru'nun dişi okulda düşmüştü. Benim yanımda değil. O anı kaçırmıştım. Ya kaybolduysa diye düşünürken Duru'nun "Bak, öğretmenim cebime koydu" demesiyle rahatladım. Minicik bir inci tanesiydi sanki...

Eve gidince arkadaşlarından duymuş olacak, "Anne, bu dişi yastığın altına koyunca sabah yastığının altında para oluyormuş" dedi. Diş perisi hikayesini hayal meyal hatırlıyordum. Ben de bunun üzerine "Haydi koyalım bakalım sabah ne olacak?" dedim. Minik dişi kaybolmasın diye küçük bir cüzdanının içine koyduk. Duru uyur uyumaz ben de cüzdanın içine parayı koydum.

Sabah kalkınca hemen yastığın altına baktı. Ben parayı görüp sevineceğini zannederken şaşkınlıkla yüzüme bakıp "Ama diş gitmemiş ki!" dedi. Ben tabii diş perisi hikayesinin tamamını bilmediğimden "gidecek miydi ki?" dedim. "Evet anne, diş paraya dönüşmeliydi" deyip "O zaman bu parayı buraya kim koydu?" diye sormasın mı! Bunun üzerine dayanmayıp itiraf ettim. Gülerek "Bennn! "dedim. Bunun üzerine Duru da "Anne, sen beni kandırıyor musun?" diye cevap verdi ve gülüşüp boğuşmaya başladık.

Keşke neymiş şu diş perisi diye bir araştırsaymışım... Üstelik "Tooth Fairy" diye bir film bile varmış.

19 Ekim 2010 Salı

Evde olmak da güzel!

Bu cumartesi evde temizlik vardı. Eskiden olsa sıkılacak ve beni rahat bırakmayacak diye Duru'yu anneme bırakırdım. Ancak bu yazdan itibaren Duru'yu da ev işlerine katmaya ve Duru'yla evde vakit geçirecek keyifli aktiviteler bulmaya karar vermiştim.

Yazın Duru'yu kreşe göndermedik. Bu dönemde evde temizlik yapacağımızı söylediğimde Duru yaşı gereği bu işe çok hevesli oluyordu. İleride böyle olmayacağını bilmeme rağmen "Odamı ben düzenlerim, anneciğim" dediğinde ilerisi için umutlanıp çok sevindim. Üstelik ne kadar kolay olmuştu! Sonra baktım ki oda toplanmıştı ama oyuncakların yarısı dışarıda, bazıları ise yatağın altındaydı. Ama büyük bir iş başardığı için çok mutluydu. Bir iki sefer çok teşekkür ederim, eline sağlık diyerek hevesini kırmadım. Baktım böyle olmayacak, sonraki seferlerde "Hadi, odanı birlikte toplayalım" diyerek müdahil olmaya karar verdim. Birlikte oyuncaklara yer belirledik. Hâlâ çoğu zaman kafasına göre yerleştiriyor ama çocuklar söz konusu olduğunda aceleci olmamak lazımmış, öğreniyorum.

Cumartesi günü de Duru yarım saat içinde iyi kötü kendi odasını topladı. Sırada en sevdiği çizgi film Caillou vardı. Bu da yarım saat kadar sürdü. Ben de biraz daha iş yaptım. Bu arada Duru artık sıkılmaya başlamıştı. Evde onun da heyecanla yapacağı bir aktivite hazırlamalıydım. İstanbul Modern planı hala aklımda olduğundan "Durucuğum sana bir sergi açalım mı? dedim. Duru'nun sergi ne, nasıl yapacağız soruları eşliğinde evimizin yanındaki kırtasiyeden dört tane büyük beyaz karton aldık. Evde çok uzun olmayan koridorumuzu bu kartonlarla kapladık. Aldık pastel boyaları başladık boyamaya. Duru neşe içinde önce pembe boyayacağım, sonra yeşil boyayacağım deyip duruyordu. Ben biraz boyayıp işlerime devam edeceğimi ve ancak işim bittikten sonra resmime devam edebileceğimi söyledim.

Böylece Duru çizdi, boyadı. Tabii, yaptığı her şeyi büyük bir heyecanla hoplaya zıplaya bana gösterdi. Ben defalarca mutfaktan, odalardan koridora gidip geri geldim. Günün sonunda işler tamamen bitmese de biz birlikte hem iş yaptık hem de çok mutlu bir gün geçirdik.

Sergimiz devam ediyor. Bir ay boyunca açık kalacak. Duyurulur!

14 Ekim 2010 Perşembe

Biz Dolmabahçe Sarayı'na gittik!

Kışın soğuk ve yağmurlu havalarda çocuğumuzla nereye gidiyoruz? Çoğunlukla en yakın alışveriş merkezine. Her yeni alışveriş merkezi açıldıkça kendimi bir bilim kurgu filminde buluyorum. Dünya bir alışveriş merkezine dönüşmüş ve biz bu çirkin binaların içinde tıkılıp kalmışız. Korkuyorum....

Yazı ne güzel parklarda, yeşillikler içinde geçirmişken kışın da farklı aktiviteler yapamaz mıyız diye düşünüyordum ki Duru'nun artık İstanbul'un kültürel ve tarihi yönünü de görmesinin zamanı geldi dedim kendi kendime. Peki nereye gidebilirdik? Duru'nun süslü bir prenses olduğunu düşünürsek saraylardan birine gitmek ilginç olabilirdi. Topkapı Sarayı tam Duru'ya göre daha süslü ve gösterişli olsa da çok büyük olduğu için yorulacağını düşünerek Dolmabahçe Sarayı ile başlamaya karar verdim.

Önce her zamanki gibi bir iki gün önceden Duru'ya nereye gideceğimizi söyledim. Böylece merakla beklemeye başladı. Dolmabahçe gezimize Selamlık bölümü ile başladık. Duru'nun mekanla ilgili ilk gözlemi eski olanın da güzel olabileceğiydi. İkinci olarak sarayın yapıldığı zamanı anlamaya çalıştı: "Anneannem doğmadan önce mi yapılmış?" Rehber eşliğinde yapılan gezi boyunca tahmin edilebileceği gibi soruların ardı arkası kesilmedi. Annelik gerçekten sabır gerektiriyor!

İlk seferden bıktırmamak, yormamak düşüncesiyle Harem Bölümünü bir dahaki sefere bırakmayı düşünmüştüm. Ancak Duru padişahların yatakları, yorganları yok mu diye sorunca rehbere Harem turunun ne kadar sürdüğünü sordum. "Yarım saat" cevabı üzerine koşa koşa Harem'e girdik. Yolda "Walk-Run" oynamayı ihmal etmedik. Harem'de Atatürk'ün yatağının üzerindeki bayrak ve padişahların yataklarının yanındaki bebek yatakları en çok ilgisini çeken eşyalardı. Harem çıkışı Duru kucağımda o yorgun haliyle hala binalara bakıyordu.

Ertesi gün sabah Duru gözünü açar açmaz "Anne!" diye seslendi. Daha ben "günaydın" deme fırsatı bulamadan peşpeşe iki soru daha geldi. "Niçin orada her yerde gezemedik, sadece halılardan yürümek zorundaydık? Padişahlar o zamanlar her yerde yürürler miymiş?"   

Düşününce kışın gidilecek ne kadar da çok yer var... Müzeler, sergiler, tiyatrolar..... Benim listemde sırada İstanbul Modern var!

8 Ekim 2010 Cuma

Masallardaki satır araları

Bundan yaklaşık iki ay önceydi. Uyku öncesi kitap okuma sırası eşimdeydi. Duru'ya hediye gelen kitaplardan birini seçtik. Tuana Kitap'ın Grimm Masalları serisinden Pamuk Prenses. Eşim okumaya başladı....
"Cüceler her gün işe giderken Pamuk Prenses de kapıyı sıkı sıkıya örtüyormuş. Günler neşe içinde geçiyormuş. Cüceler madende çalışırken Pamuk Prenses de evi temizliyor, çamaşır yıkıyor, yemek yapıyormuş. Herkes halinden pek memnunmuş..."

Çocuk masalları aslında bir kültürü yayıyordu. Şirinler'de sosyalizmin izleri görülürken, Pamuk Prenses masalında ataerkil sistem temelinde kadın erkek rolleri veriliyordu. Bu masalın yazıldığı yıldan 2010'a gelindiğinde ise bu masallarla büyümüş çocuklardan oluşan bir iş yerinde bir toplantıda, bir de bakıyorsunuz ki erkekler otururken siz kalkmışsınız ve çayları koyuyorsunuz.  

Eşim benim "öhö öhö" sesimle hemen düzeltip benim Pamuk Prenses versiyonuma geçti: "Günler neşe içinde geçiyormuş. Cüceler madende çalışırken Pamuk Prenses evden dışarı çıkamadığı için evde sebzeler yetiştiriyor. Sonra Pamuk Prenses Cüceler'e tavuk pişirmeyi öğretiyor, cüceler de Pamuk Prenses'e pilav yapmayı öğretiyorlarmış...."

Oh çekip masalı biraz düzelttiğimizi düşünürken iki sayfa sonra gelen cümleyi okuyunca ikimiz de bu kadar olmaz dedik."Cadı şuh kahkahalarla evden uzaklaşmış..."

Kitabı neredeyse baştan sona yeniden yazdık. Son olarak eşimin arzusunu da yerine getirdik ve Pamuk Prenses Prens'in evlenme teklifine şöyle cevap verdi: "Önce anneme ve babama sormam lazım."

3 Ekim 2010 Pazar

Duru'nun doğum gününün ardından...

Yılbaşı, doğum günü gibi günlerin fazla abartılmamasına inanan bir aileden geliyorum. O yüzden bu tür kutlamalar konusunda bir yanım hep yabancı ve acemi kalıyor. Evlenirken bile bunun oldukça sade ve kısa olmasını önemsemiştim. Böyle biri için doğum günü partisi organize etmenin ne kadar zor bir görev olduğunu tahmin edersiniz. Düğün kasetimizi bile bir kez izledim, o da hızlı biçimde.

Kendime rağmen bu sene evde doğum günü partisi yapmaya karar verdim. Geçen sene kreşte bir pasta keserek kutlamıştık. Ancak bizden sonra doğum günleri evde kutlanır oldu. Şöyle ki okuldan servisle evlere gidiliyor, çocuklar biraz oyun oynuyor, pasta kesip hediyeler verildikten sonra tekrar okula dönülüyordu. Duru da bütün sene arkadaşlarının evine gidince, elbette "Anne, arkadaşlarım ne zaman bize gelecek, benim doğum günümde şöyle yapalım" gibi cümleler kurar oldu. Bir yandan onun tüm bu hayallerini yıkmak istemezken, bir yandan da bu konulardaki acemiliğim yüzünden endişe ediyordum. Meğerse endişelerim yersizmiş.

Öncelikle sağolsun okul müdirelerimizden Nezahat Hanım beni rahatlatarak çok fazla bir şey hazırlamamamı, çocukların çok yemediğini söyledi. Tatlı olarak pasta, tuzlu olarak börek ve içecek olarak da meyve suyu. Biz de abartmadan bir çeşit tatlı, iki çeşit börek, iki çeşit kurabiye, yaprak sarma ve havuç salatası gibi şeyler hazırladık. (Arkadaşlarımın, annemin ve kayınvalidemin ellerine sağlık!) Parti Paketi'nden de prensesli tabak, bardak, peçete, onlara uygun masa örtüsü ve bir de kapıya, duvara asmak için prenses süsü aldım. Pastamızı da her zamanki gibi Hacıbey'den aldım. Geçen sene ayakta Barbie seçmiştik. Bu sene ise uyuyan Barbie.

O gün, o saat geldi çattı. 13 çocuk ve üç öğretmen apartmanın önünde göründü. Ben heyecandan yerimde duramıyordum. Bu arada hepsi düzenli bir şekilde salona geçip koltuklarda yerlerini aldılar. Evi incelediler, sinema perdesinde biraz Toy Story filmini izlediler. Pasta üfleyelim, hediyeleri verelim, Duru'nun odasında oyuncaklara bakalım derken bir de baktım ki gitme zamanları gelmiş. Üzüldüm. Tam da ısınmıştım. Hepsiyle daha çok konuşmak, sohbet etmek isterdim.

Günün sonunda Duru'nun arkadaşlarının onun için yaptıkları resimlere bakarken arkadaşları onu daha yakından tanıdığı için çok mutluydu. Bense kutlamaların sandığım kadar da mükemmel olmak zorunda olmadığını görerek böyle bir organizasyona kalkıştığım için gayet memnundum.

29 Eylül 2010 Çarşamba

Duru'nun doğum günü

Durucuğum beş yaşını bitirdi. Dün akşam geniş aile bir kutlama yaptık. Perşembe günü ise kendi arkadaşları gelecek. Bir evde tam on dört çocuk!! Üstelik bizim evde! Hazırlıklar devam ediyor...

Dün geceden en çarpıcı iki sahne;
babaannesi "Ben bir şey almadım, kızım" diye şaka yapınca "Üzülme, sen de annemin elindeki torbalardan birini verirsin" demesi ve babasının hediyesi olan pamuk prenses ve sindrella kostümünü (çift taraflı giyilenlerden) görünce gösterdiği müthiş sevinçti. Ne büyülü bir şey!

Beni düşündüren ise okuldan eve dönerken ona ne aldığımızı sorduktan sonra söylediği şu sözler oldu:"Aslında benim bir şeye ihtiyacım yok. Benim her şeyim var."

Bu duruma sevinmeli miyim, üzülmeliyim bilemedim. Duru'ya hiçbir zaman her istediğini almadık. Dün aldıklarımız hep çok istediği ve istediği sırada alınmamış hediyelerdi ama.. Yine de bir çocuğun çok arzu ettiği, beklediği hatta sayıkladığı (biz belki burada zayıf kalıyoruz) ve onun için çaba sarfettiği bir şeyler olmalı... Gelecek sene alacağımız hediyeler böyle hediyeler olmalı.

25 Eylül 2010 Cumartesi

Okula gitmek istemiyorum çünkü...

Pazartesi Duru da artık okula başlıyor. Anaokullu oluyor. Alt dişi sallanıyor. Üstelik daha sallanan diş çıkmadan yerine yenisi gelmiş bile.Gelin görün ki Duru'nun çok da okula başlama isteği yok.

Dün bu isteksizliğin altında yatan sebebi babaannesiyle paylaşmış: "Babaanne, ben okula gitmek istemiyorum; çünkü evde kalmak istiyorum. Bak, annem okumuş ve hiç evde kalmıyor!"

Çalışan annenin çocuğu olmak da, çalışan anne olmak da zor! Şimdi Duru'nun okula hevesle gitmesi için iyi bir neden bulmam lâzım.

23 Eylül 2010 Perşembe

Evde İngilizceye devam...

Bayram ve tekne tatilinde İngilizce çalışmamız biraz yavaşladı. Ancak tekrarlar üzerinden devam ettik. Potato Pals serisinin "In the Morning" ve "In the Evening" kitaplarının tekrarını yaptık. Bol bol İngilizce şarkılar söyledik. Itsy Bitsy Spider, Twinkle twinkle little star, If you're happy, Head-shoulder-knees and toes şarkıları hemen hemen herkesin bildiği favori çocuk şarkıları... Bunlara ek olarak, Duru ile birlikte Magic English serisinin şarkılarını söylemekten çok keyif alıyoruz. Sözleri çok basit. Üstelik birlikte seyrettiğimiz için de şarkıların anlamlarını da biliyor.

Bilmeyenler için Magic English, çocuklar için Disney tarafından hazırlanmış İngilizce eğitim seti aslında. Set kitap ve VCD'lerden oluşuyor. Ben seti geçen sene kitapları ile satın almak isteyip hiçbir yerde bulamamıştım. (Şimdi bir gazete kuponla veriyor.) Sonra internetten indirdik. Set, 25'er dakikalık bölümlerden oluşuyor. Örneğin ilk bölümün başlığı "Hello". Burada tanışma konusu kelimeler, kalıplar, tekrarlar, şarkılarla Disney karakterleri üzerinden işleniyor. Süresi çok iyi. Çizgi film gibi ve karakterler Mickey, Donald, Sindrella... Duru'nun en sevdiği ise "Happy Birthday" başlıklı 7. VCD. Şarkısı da çok keyifli. "Today is my day. Today is my birthday. Happy Happy Birthday to Me."

Duru'nun doğum gününün yaklaştığı şu günlerde bu şarkı dilimizden düşmüyor.

20 Eylül 2010 Pazartesi

Çocukla Tekne Tatili

Dün bir haftalık tekne tatilimizden döndük. Geçen sene de gözümüzü karartıp Duru ile tekne turuna çıkmıştık. "Biz mi çocuğa uyacağız, çocuk mu bize?" ikilemini kırdığımız için çok mutlu olmuştuk. Duru'yla sadece yazlığa ve tatil köyüne gitmek zorunda değildik artık.

Geçen sene Duru dört yaşında olduğu için çok daha hareketliydi. Teknenin kenarları da boş olunca iyice evham yapıp pek oturamamıştım. Ona rağmen şikayetçi değildim. Çünkü.....

Birincisi, teknede hep denizdeydik. Plaja giderken taşımak zorunda olduğum içinde a'dan z'ye yiyecek, giyecek, kürek, kova vs. her şeyin bulunduğu bavulu (çanta diyemeyeceğim) taşımak zorunda değildim.
İkincisi, teknede de yemek yapma derdi yoktu. Yemekler hazırlanıp önünüze geliyordu. Üstelik restauranta yürümek zorunda da değildik.
Üçüncüsü denize de istediğimiz zaman giriyorduk. Koylar pırıl pırıl, güneşlik gölge derdi yok. Her yer güneş, her yer gölge. Su soğuyunca denizden çıkar çıkmaz sıcak duş iki adım ötede.
Dördüncüsü kalabalık ve geniş aile olarak gittiğimiz için amca, abla, abi, teyze çok olduğu için herkes Duru'yla çok ilgilendi. Duru herkesle teknenin bir kenarında balık tuttu.
Son olarak akşam Duru erken uyuyunca odaya kapanma derdimiz yoktu. Her türlü aktiviteye katılma imkanım da oldu.

Bu keyifli tecrübeden sonra bu eylül daha geniş bir ekiple daha büyük bir tekneyle Marmaris'e gittik. Böylece biz hiç sorun yaşamasak da teknenin dezavantajlarını gözlemledim.

Geçen sene Göcek koylarındaydık. Göcek'te deniz yılın bu zamanında daha sıcaktı. Bu bizim için sorun olmadı, çünkü Duru Ayvalık'ın soğuk sularına alışık.
Hareket halinde çok rüzgârlı oluyor. Annem olsa "çocuk zatürre olacak" diye beni yer bitirirdi.
İlk gün çok dalga vardı. Birkaç kişiyi deniz tuttu, başı ağrıyanlar hatta midesi bulananlar oldu. Duru neyseki bizim gibi hiç etkilenmedi.
Kamaralar çok küçük. Darlık hissiyle bunalıp battaniyesini alan güvertede uyudu. Biz Duru'yla rahatsız olmadık.
Duru tek çocuk olduğu için kaptan bile "Teknede çocuk var mı yok mu anladım, bu çocuk bu dar alanda nasıl sıkılmadı" dedi. Gerçi ben farklı aktiviteler konusunda donanımlıydım. Boya kalemleri, aktivite kitapları, birkaç oyuncak, şarkılar... Birden fazla çocuk olsa kavga gürültü, taşkınlık olur muydu, bilemiyorum.
Bizim için tek sıkıntı, yüzme kursunda yeni yüzme öğrenmişken Duru'yu on metre derin sularda kolluksuz bırakmaya cesaret edemeyişim oldu.

Gelecek sene de tekne turu mu? Biz varız.

11 Eylül 2010 Cumartesi

Seyahat Lazımlığı Olmadan Asla!

Duru iki buçuk yaşındayken bezini çıkarmak istediğini söyledi. Tuvalet eğitimini atlatıktan sonra bir "oh!" çekemeden artık bezsiz sokakta ne yapacağımızı düşünmeye başladım. Parkta, bahçede, denizde, hatta alışveriş merkezlerinde ne yapacaktık? Türkiye'de tuvaletlerin hâli malum. Duru'yu kötü kokudan tuvaletin kapısından bile içeriye sokamıyordum. Duru alaturka tuvalete giremez, ben diğerinin hijyenine hiç güvenemiyorum. Buna bir de eşimin "kızımla baş başa bir yere gidemeyecek miyim" kaygısı eklenmişti ki
 canım arkadaşım-hatta bebek ve çocuk gelişimi akıl danışmanım-Yıldız "seyahat lazımlığı" diye bir ürün olduğundan bahsetti. Çok kullanışlı ve orta boy bir kol çantasına sığabilecek kadar da küçük bir şey, dedi.

Ne olduğunu tam da hayal edemediğim ürünü Joker, e-bebek vs. mağazalarında aradıktan sonra Mothercare'de bulmuştum. Şimdi hepsinde var sanırım. O gün bu alet, çocuk endüstrisinde bebek bezinden sonraki en önemli buluş gibi gözüktü gözüme. Ürün ortası delik bir plastik, altından da katlanmış bir şekilde ayaklar çıkıyor. İçine yerleştirilmek üzere özel bir poşet koymuşlar. Bu da içine kadın pedi yapıştırılmış bir poşet. Bu poşeti plastiğin ortasına geçiriyorsun ve çocuk tuvaletini yapınca poşeti çıkarıp tutma yerlerinden bağlayıp çöpe atıyorsun. Açıkçası bu özel poşet pahalı olduğundan ben şeffat çöp poşeti ve kadın pedi alıp kendim hazırlamayı tercih ettim. Ürün de poşetler de oldukça pratik, hızlı ve tabii ki hijyenik.

O günden beri çantamdan eksik etmiyorum ve tüm arkadaşlarımla hatta tuvalette Duru ile bizi görüp soran herkesle paylaşıyorum. Özellikle her seyahate çıktığımızda mola yerlerindeki tuvaletleri gördükçe bu ürünün kıymetini bir kez daha anlıyorum. Dünkü Ankara-İzmir yolunda yine hayatımızı kolaylaştırdı. Yıldız'a da hep söylediğim gibi bunun için ona ne kadar teşekkür etsem azdır.

7 Eylül 2010 Salı

Anneden öğretmen oluyor galiba!

Duru ile İngilizce zamanlarını istikrarlı bir şekilde sürdürüyoruz. Beden dili ile Walk, Run, Jump, Wake up, Sleep fiillerini öğrettim. Kelimeyi söyleyip eylemi canlandırma ve canlandırıp ne olduğunu bulma oyunu oldukça keyifli geçti. Duru, adının aksine yerinde "dur"amayan bir çocuk olduğu için ben de ona hareketlli oyunlar seçmeye çalışıyorum.

Diğer yandan, bu şekilde yavaş gittiğimi düşünüp yakın bir arkadaşımdam çok iyi bir özel okulda okuyan oğlunun kitaplarını istedim. Kitaplara baktığımda özellikle birinin sadece okul için değil, ev için de çok uygun olduğunu gördüm.Kitap setinin adı Potato Pals. Bu kitaplarda karakterler şirin mi şirin patatesler. Bir nevi patates kafa serisi. Altı kitaptan oluşan seri tamamen okul öncesi çocuklar için.Sabah, Akşam, Okulda, Parkta gibi başlıklar altında toplanmış. Her kitabın içinde yedi-sekiz basit cümle var. Resimler hem çok cici hem de özel hazırlanmış. Resim üzerinden yeni kelimeler öğretebiliyorsunuz.

Ben bu seriyi kızımın mizacına uygun olarak teatral bir şekilde kullanmayı düşündüm. Duru'ya bir tiyatro oyunu oynayacağımızı, birimizin kitabı tutup cümleyi söyleyeceğini, diğerinin ise bunu canlandıracağını anlattım. Bu etkinlik yeni olduğu için farklı bir yerde olmalıydı. Bunun için evin daha önce pek fazla oynamadığımız bir yerini, yatak odasını seçtim. Önce kitabı birlikte inceledik. Ardından bir sahne hazırladık."In the morning" başlıklı birinci kitabın ilk sayfasında "I wake up" yazıyordu. Kitabı Duru'nun eline verip, cümleyi okudum ve bir güzel yatıp uyanma taklidi yaptım. Öğretmen tarafım öne çıksa da amacın öğretmek değil, eğlenmek olduğunu hiç aklımdan çıkarmamaya çalıştım.Arada kaç defa gülme krizine girdik.

Aktivitenin ardından Duru serinin tüm kitaplarına teker teker bakmak ve incelemek istedi. Bu sabah da "Anne, ne zaman tiyatro yapacağız?" diye sorunca doğru yolda olduğumu anladım.

5 Eylül 2010 Pazar

Çocuğun karşısında değil, yanında olmak…

Duru büyüdükçe daha çok karşı karşıya kalıyoruz. Her geçen gün "hayır"la biten diyaloglar artıyor.

-Anne, dizi seyretmek istiyorum.
-Hayır.
-Anne, ellerimi yıkamak istemiyorum.
-Hayır.

Bu hayırların karşısında ağlama, küsme, inatlaşma gibi tepkiler ise oldukça sinir bozucu oluyor. O böyle davandıkça ben inat ediyorum, ben inat ettikçe o gerginleşiyor. Tam bir kısır döngü.

Beş yaşında böyleyse ergenlikte nasıl olur diye düşünmekten kendimi alamıyorum. Kapıların çarpılması, bir şeylerin gizli saklı yapılması, kayıtsızlık gözlerimin önüne geliyor. Korkuyorum. Bunun yerine anne olarak bir adım önde olmak zorundayım diye düşünüp, çocuk için etkili silahı yani oyunu kullanmaya karar verdim.  

Sert bir ifadeyle söylenen "Dizi seyretmeyeceksin" cümlesi yerine üstünde fazla durmadan "Bu dizi senin yaşına uygun değil" deyip çok isteyeceği bir oyun sunmakla başladım. Ben el işi kağıtlarıyla kart yapmayı önerdim. Çok işe yaradı. Şimdi televizyonun karşısına geçmesine fırsat vermeden bunu önermeye çalışıyorum.

"Ellerin çok kirli, yıkamalısın" yerine ellerini yıkadıktan sonra kurulamayıp birbirimizi ıslatalım mı diye bir teklif sundum. Bu fikir de Duru tarafından çok eğlenceli bulundu.

Böylece anne-kız çatışmasının ilk aşamasını atlatmış olduk. Ama sanırım diğer aşamalar bu kadar kolay olmayacak.

2 Eylül 2010 Perşembe

Anneden öğretmen olur mu?

Doğduğundan beri Duru’ya İngilizce öğretmek benim için büyük bir araştırmanın parçası oldu. Tüm araştırmalarıma göre annenin ve babanın çocukla farklı diller konuşması çocuğun çiftdilli olmasını sağlıyor. Eğer ebeveynlerden biri yabancı ise bu durum çok doğal gelişiyor. Doğumdan itibaren ebeveynlerden biri çocukla sürekli Türkçe, diğeri ise yabancı dilde konuşuyor. Böylece çocuk her iki dile de hâkim olabiliyor. Ama ya bizim gibi anne ve babanın anadili Türkçeyse, o zaman bu nasıl oluyor?

Ben bu durumu doğal bulmadım. Çocuğuma canım, bir tanem hatta lokumum diye hitap etmek varken “my dear, my pumpkin” demek hiçbir şey ifade etmedi bana.

Duru iki buçuk yaşına geldiğinde, kulak dolgunluğu olsun diye İngilizce kitap okuyayım dedim. Bu sefer de kızım anlamadığı için rahatsızlık duydu. Anne, lütfen Türkçe konuş deyince de devam edemedim.

Geçen sene (Duru dört yaşındayken) bir arkadaşımdan Caddebostan’da Early Steps Oyun Evi’ni duydum. Burada Amerikalı ve Kanadalı yabancı öğretmenler çocuklarla İngilizce oyun oynuyorlar. Ben de Duru’yu deneme dersine götürdüm. Ancak tabii o zaman, çocukları yeni tecrübelere çok iyi hazırlamak gerektiğini bu kadar iyi bilmiyordum. Onu almaya gittiğimde salya sümük ağlıyordu. Miniğimi o halde görünce, dili sevdireyim derken soğutacağım endişesine kapılıp devam etmekten vazgeçtim.

Ama bu sene geri adım atmamakta kararlıyım. Özel okullarda ilköğretimde çalışan arkadaşlarıma danıştım. Hepsinin ortak kararı şu: Çocuklar çabuk öğreniyorlar ve çabuk unutuyorlar. O yüzden yabancı dili aksatmadan, belli bir düzende öğretmek gerekiyor. Ben ilk haftalık planımı yaptım. Bu hafta her gün beş ila on dakika sadece İngilizce konuşacağız. Duru’ya bunun şahane bir oyun olduğunu, çok eğleneceğimizi ve üstelik her anladığı kelime ve cümle için bir puan alacağını söyledim. Çok heyecanlandı. Çok istediği için bugün hemen başladık. İlk oyunumuzun adı “Walk-Run”. “Walk” dediğim zaman yürüdük, “Run” dediğim zaman koştuk. Ben aralarda yoğun beden dili kullanarak “I am tired” gibi bir-iki cümle ekledim. Sonra Duru hemen kendi yapmaya başladı. Tabii ki “Run” kelimesini daha çok tekrarladık.

30 Ağustos 2010 Pazartesi

Süslü Kurabiyeler

Bugün biz çok eğlendik. Durucuğumla yazın başından beri farklı mutfak etkinlikleri deniyoruz. Marul koparmakla başladık, yumurtalar kırdık, kekler ve pastalar yaptık.

Akşam markete alışverişe gittiğimizde Duru ısrarla bir şey gösteriyordu. Dr. Oetker, pasta süslemelerinden sonra şimdi de kurabiye süslemek için renkli şeker tüpleri çıkarmış. Hemen aldık. Duru öyle heyecanlıydı ki koşa koşa eve gidip kurabiye hamurunu yoğurduk. Hamurdan bir Duru kopardı, bir ben. Kurabiye kalıplarımız da yoktu. Önce minik yuvarlaklar yaptık, sonra tırtıl, kalp, çiçek, mantar…

Kurabiyeler tam pişmişti ki babamız geldi. Duru, “Babacığım, sana sürprizimiz var” diye sevinçle bağırdı. Ben yemekleri hazırlarken baba-kız geçtiler masanın başına. Açtılar tüplerin kapaklarını. Kurabiyeleri süslemeye başladılar. Bir ara baktım tüpleri paylaşamıyorlar. Çünkü sadece dört renk var: kırmızı, yeşil, beyaz ve sarı. Sonra baba-kız olarak geçtikleri masanın başında iki yakın arkadaşa dönüştüler. İkisi yarış içerisinde kurabiyeleri süsleyip bana gösterirken çok tatlıydılar.

28 Ağustos 2010 Cumartesi

Parktan ayrılırken...

Düşünün ki beş yaşında bir çocuksunuz. Parka gittiniz. Gittikten aşağı yukarı yirmi dakika sonra tam kafanıza göre bir arkadaş buldunuz. Beraber sallanıyorsunuz, evcilik oynuyorsunuz hatta belki hayali bir canavardan kaçıyorsunuz. Tam o sırada anneniz “Hadi kızım, gidiyoruz!” diye bağırıyor. Ne yaparsınız?

Bir omuz silkip oyununuza devam mı edersiniz? Gitmek istemiyorum diye mi bağırır mısınız? Ağlayarak annenizin yanına mı gelirsiniz?

Keşke anneniz gitmeden on dakika önce biraz sonra gideceğinizi haber verseydi. Böylece siz de gitme zamanı geldiğinde bunu bildiğiniz için oyununuzu daha çabuk bitirebilir ya da binmeyi en sona bıraktığınız tahterevalliye rahatça binebilirdiniz…

Duru’ya bebekliğinden beri yapacaklarımızı önceden haber vermeye çalışıyorum. Özellikle de parktan eve dönme zamanı, o günün öğle ve akşam yemekleri veya akşam yatış saati gibi onun itiraz etmesi muhtemel konularda. Ancak Duru arada sınırlarını yoklasa da biz hiç geri adım atmamaya çalışıyoruz.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Yüzme macerası devam ediyor...

Keyifli bir beş günün ardından Duru yüzmeye gitme konusunda birden isteksiz davranmaya başladı. Havaların biraz serinleyip havuzun soğumasından mı yoksa her gün yüzmeye çabalamak zor mu geldi bilmiyorum. Ama anne olarak Duru ile tecrübelerimden öğrendiğim, çocuğum istemiyor deyip pes etmemek gerektiğidir.

Duru altıncı günün sabahında yüzmeye gitmek istemiyorum deyince daha önce yaptığım hatalardan aldığım dersler geldi aklıma. Bunlardan birincisi çocuğunuz sizin enerjinizi alıyor. Bu yüzden hemen kendime çeki düzen verip gitmek için özenle hazırlandım. Ardından tatlı prensesimin de soğuk suda titrediği halde devam etmek istemesi için sağlam bir neden bulmaya çalıştım. Ve tabii ki bu neden, büyümek arzusundan başka bir şey olamazdı. Hemen aklıma bu yaz Ayvalık’ta denizde büyük çocukların favorisi olan duba geldi. “Durucuğum, yüzmeyi öğrenince sen de dubaya gidip suya atlayabileceksin.” Hatta biraz da hırslandırayım dedim. “Onlar çivileme atlıyorlar ama sen hem çivileme hem de balıklama atlayabileceksin.” İki gündür yüzmeye giderken Durucuğumun mavi-yeşil gözleri tekrar ışıl ışıl bakıyor.

Bakalım bu taktikle önümüzdeki haftayı atlatıp sezonu kapatabilecek miyiz?

24 Ağustos 2010 Salı

Çamlık Parkı gibisi yok!

Maalesef çocuk parklarının çoğu gün içinde kullanılmaz durumda. Çünkü hemen hepsi hiç ağaç olmayan yerlere yapılıyor. Anadolu Yakası’ndaki Sahilyolu böyle parklarla dolu. 

İki yıl önce çok iyi bildiğim bir muhit olduğunu sandığım Sahrayıcedit’te İnönü Caddesi üzerinde apartmanlar arasına gizlenmiş bir park keşfettim. Asıl adı Milli Hakimiyet Parkı ama Çamlık Parkı olarak biliniyor. Üstelik ağaçlar altındaki parkın tam ortasında da bir çay bahçesi var. Öyle ki çocuğunuz gözünüzün önünde kaydıraktan kayıp salıncağa koşarken siz çayınız soğumadan içip gazetenizi bile okuyabiliyorsunuz. Hem sinema hem gazoz gibi bir şey! (Tabii ki biz de bunu sadece iki yıldır yapabiliyoruz. Daha önce oturmak mümkün olabilir mi?) Ancak park öğlene kadar muhteşem ama saat birden sonra oyun alanına güneş geliyor. Yine de gölge yerler oluyor. Oralarda çocuklara oyun kurmak mümkün. 

Bu parkı bulmadan önce park maceralarımız benim için çok sıkıntılı geçiyordu. Güneşin altında mı kavrulmadım, oyun alanı dışında oturacak yerler bulmayıp kaldırım taşlarında hatta yerlerde mi oturmadım. Artık bizim için hafta sonları Çamlık Parkı’na gitmek en çok tercih edilen aktiviteler arasında yer alıyor. Eşim ve ben orada hiç sıkılmadığımız için parktan sadece Duru değil, üçümüz de mutlu yüzlerle ayrılıyoruz.

22 Ağustos 2010 Pazar

Yüzmede ilk stil: Prensesleme

Duru 5 yaşına girdiğinden beri onu hangi faaliyete yönlendirmeli diye düşünüyordum ki sağolsun çocuk doktorumuz imdadıma yetişti. Yüzmenin 5 yaşındaki çocukların boyunun uzamasında çok etkili bir spor olduğunu söyledi. Ancak Ayvalık’ın sığ sularındaki tüm çabalarıma rağmen bırakın kulaç atmayı çift kolluktan tek kolluğa bile düşemedik.

Tatilden gelir gelmez bu işi tek başıma yapamayacağımı anlayıp Caddebostan Balık Adamlar Kulübü’ne koştum. Maalesef son üç haftaya yetişebilmişiz. Ancak ders saat ücretini gayet makul ve havuzu da tertemiz bulunca hemen haftada üç güne kayıt yaptırdım. Duru’ya indirimden yeni aldığımız pembe bikinisini giydirdim. Baktım hiçbir çocukta kolluk yok. Bizimki hiç yüzme bilmiyor, dedim biraz endişeli. Tamam sorun değil, dediler. Kolluksuz aldılar kızımı. Neyse ki havuzun üst kısmındaki koltuklara oturup ders saati boyunca tüm çocukları seyredebiliyorsunuz. Hemen yerimi aldım. İlk gün Duru biraz şaşkın suda nefes vermeye, ayak çırpmaya çalıştı. Ama çok mutluydu. Çünkü öğretmeni ona pembe yüzme tahtası vermişti. İkinci gün öğretmenimiz tatlı bir gülüşle ilk uyarıyı yaptı: “Annesi bugün el sallamak yok!” Bir saat sonra Duru artık suya başını defalarca sokup nefes verebiliyordu. Ben Ayvalık’ta sadece bir kere başını sokturabilmiştim. Tabii bu başarısını dersten sonra bir dondurmayla kutladık.

Cuma günü üçüncü günümüzdü. Duru ilk kulacını attı. Bu hafta sonu da ona gözünü acıtmayan pembe bir deniz gözlüğü arıyoruz. Pazartesi günü kulübe gittiğimizde haftada beş güne geçmeye karar verdiğimiz söyleyeceğim.

20 Ağustos 2010 Cuma

Dereli Sinema Kulubü

 Bugün Duru ile evde çok eğlenceli bir aktiviteye daha imza attık. Akşam Babamız eve gelene kadar sinema biletlerimizi, koltuk numaralarımızı, patlamış mısırlarımız ve yer göstericimizin şapkasını ellerimizle hazırladık.

Kağıttan kestiğimiz biletlerimize Duru numaraları elleriyle özenerek yazdı. Numaraları tersten yazdı. Neden kızım dediğimde, doğrusu böyle sen terssin diye cevapladı.

Ancak ufak bir detayı atlamışız. Onu da sinemanın ışıklarını kapattığımızda fark ettik. Yer göstericinin el feneri yoktu. Allah'tan babamız hemen cep telefonunun ışığını kullanarak kendi fenerini icad etti.